10 Kasım 2021
Saygıdeğer TÜGİAD Başkanım;
Saygıdeğer Mütevelli Heyet Başkanım ve Üyelerimiz;
Kıymetli Hocalarımız ve İdari Personelimiz;
Göz bebeğimiz olan evlatlarımız yani Öğrencilerimiz;
10 Kasım Atatürk'ü Anma ve Anlama etkinliğimiz çerçevesinde bizimle bugün bu salonda beraber olan tüm misafirlerimiz,
��

"Mustafa Kemal Atatürk bugün yaşasaydı ne isterdi ?" diye çoğu kez düşünmüşümdür.
Öncelikle aklıma gelen şu:
"Bağımsızlık benim karakterimdir" diyen bir deha mutlaka eğitimli ve akıllı insanların mevcut olduğu bir yerde, herkesin bir orkestra gibi ahenk içinde çalışıp en güç işleri kolaylıkla başarmasını isterdi. Kişilerin kendi kaderlerini başkalarının eline bırakmalarını istemeyeceği için, katılımcı bir yönetim anlayışını kurgulardı. Tıpkı 29 Ekim’de yıldönümünü kutladığımız Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesinde olduğu gibi.
Buradan hareketle şunu net olarak söyleyebilirim:
Liyakata uygun görevlendirmelerin yapıldığı,
çalışan ile çalışmayanın birbirinden kolayca ayrıldığı,
kişileri değil işi kontrol eden yöneticilerin var olduğu,
az zamanda çok işler başaran,
çarpıcı - sıra dışı - marifetli tasarımlar için özgür düşünceyi benimseyen, taleplerine dolambaçlı yollardan değil dürüstlük içinde ulaşmak isteyen,
vazifesini yaparken onay beklemeyen ve gerekirse inisiyatif alabilen kişilerin olduğu kurumlarda;
Mustafa Kemal Atatürk yaşıyor, yaşatılıyor.
Aslında sadece kurumlarda değil;
kadın ve erkeğin eşit şartlarda muamele gördüğü,
çocuklara ve gençlere sevgiyle yaklaşılan her yerde Mustafa Kemal Atatürk yaşıyor, yaşatılıyor.
Dogmaların değil bilimin ve sanatın taçlandığı her yerde Mustafa Kemal Atatürk yaşıyor, yaşatılıyor.
Sporun zevki, çevik ve aynı zamanda ahlaklı yapıldığı her yerde Mustafa Kemal Atatürk yaşıyor ve yaşatılıyor.
Attığımız her adımda, aldığımız her kararda, kabul ettiğimiz her işte ve hitap ettiğimiz her yerde bu gerçeğin farkında olarak hareket ettiğimizde, ne ilginçtir ki kendimizi vicdanen de rahat hissediyoruz. Dolayısıyla Mustafa Kemal Atatürk vicdanlı insanların yüreklerinde de yaşıyor, yaşatılıyor.
Bir de tersinden düşünelim:
Peki Atatürk neyi istemezdi ?
Sanıyorum, demin bahsettiğim vicdanlı davranışların dışına çıkan kişilerin "ben Atatürkçüyüm" demesini istemezdi.
Yöneticiliğin talimat vermek değil icra etmek olduğunu unutanların, sorumluluğu üstündekine ya da altındakine bırakmaya çalışanların, insani değerlerden çok şekilciliğe bağlananların,
tutamayacağı sözleri verenlerin,
başarısızlığın suçunu başkasına yükleyenlerin,
unvandan, makamdan çok sevgi ve bilgiyle yönetmek gerektiğini yadsıyanların "ben Atatürkçüyüm" demelerini istemezdi.
Aramızdan ayrılışını bir kez daha idrak ettiğimiz bu günde, kendimize bir kez daha soralım:
"Ben Atatürkçüyüm" ya da "Atatürkün yolundayım" derken, gerçekten bu söylemin içini doldurabiliyor muyuz ?
Çalışma arkadaşlarımızın fikirlerini alıyor muyuz,
istişare ediyor muyuz,
demokrasiye ve özgür düşünceye inanıyor muyuz,
herkese eşit mesafede durabiliyor muyuz,
sadakatin şahsımıza değil kuruma olması gerektiğini bunun da ancak liyakatle olabileceğini,
kişileri birbirine gerçekten bağlayan duygunun menfaat değil sevgi olduğunu kabul ediyor muyuz ?
Kendi gerçeklerimizi değil, hayatın gerçeklerini kabul edebiliyor muyuz ?
Değerleri kaybetmenin kolay olduğunu ama zor olsa da insan kazanmanın en doğru davranış olduğunu idrak ediyor muyuz ?
İdrak etmek bir yana, bunu uyguluyor muyuz ?
Aslında bu bahsettiklerim insani değerlerden başka bir şey değil. Yani, Atatürkçü olmak insan olmayı, kendimizi değil insanı merkeze koymayı gerektiriyor. Bunları yapmadan en azından yapmak için çabalamadan ben Atatürkçüyüm demek kanımca doğru bir davranış değil.
Değerli Hocalarım;
Atatürkçü olmak saf tutmak değildir. Aksine doğrunun yanında, ahlakın içinde, vefa ile nezaketin, yaratıcılık ve zekanın, hak ve özgürlüklerin önünü kesmeden yaşamaktır bence.
Geçici süreyle görev yaptığımız makamları, taşıdığımız ünvanları insanlık lehine kullanmak, gerektiğinde adaleti sağlamak için bunlardan aldığımız gücü kullanmakta tereddüt göstermemektir.
Unutmayalım ki, iyi olmak zordur ama adaleti sağlamak bundan da zordur.
Şunu her zaman bilmeliyiz ki, kişileri iyi ya da kötü diye keyfiyete göre ayırt edemeyiz.
Ya yeterince bilgisi ya da tecrübesi yoktur, ya da tecrübesi ya da bilgisiyle alakası olmayan bir yerde görev yapmaktadır.
Şunu unutmayalım ki, Yüce Atatürk bu vatanı birbirinden farklı beklenti, anlayış ve kültürde olan insanları ortak bir paydada birleştirerek kurtardı. Bu ortak payda "özgürlüktür". Bunun içinde kendi kaderimizi başkasının değil bizzat bizim tayin etmemiz, demokrasiyi benimsememiz ve bu doğrultuda kabiliyetleri geliştirerek değer yaratmamız bulunmakta.
Bazen "neden olmuyor" diye soranları duyuyorum. Cevabı Atatürk'ün sözlerinde bulabiliriz:
"Biri işi nasıl başaracağımı düşünmem, önündeki engelleri kaldırırım, kendiliğinden olur".
Ne güzel bir yaklaşım değil mi ? Ancak, bu yaklaşıma yüzeysel bakmamak gerekiyor. Çoğu zaman yöneticiler bir türlü çözülemeyen sorunların kaynağını kendisinden dışarda aramakta. Mutlaka sorun teknik bir sorundur, kişiler kabahatlidir ya da kusurludur. Modelin hatalı olduğunu, işin önündeki engelin kısıtlar, inatlar, bağnazlıklar, kibir, kişisel takıntılar, güç bağımlılığı ve kıskançlık olduğunu görmezden geliriz.
Verilen talimatların, ortaya konan taleplerin gerçekçilikten uzak olması da bir başka sorundur. İşin gereği olan kaynağı ve altyapıyı kişilere verilmedikçe onların performansını eleştirmek de akılcı bir yaklaşım değildir.
Atatürk'ü anarken bir başka güzel anı da aklıma geldi. Ulu önderin masasında yemek yemek ve söz almak ünvana göre değil aynı zamanda vicdana göre belirlenmiş bir haktı. Bir akşam bu masada yer bulan bir kişinin o sırada orada bulunmayan bir kişi hakkında ileri geri konuşması Atatürk'ü düşündürmüş. Yaverinden bahsedilen kişinin bulunup masada misafir edilmesini istemiş. Neticede onları yüzleştirmiş. Böylece herkese şu mesajı vermiş: "Kurumlar dedikoduyla değil dürüstlükle, icraat ile, saygıyla ve sevgiyle yönetilir."
"Ben Atatürkçüyüm" diyen herkesin sadece bu örnekten yola çıkarak bile kendisini değerlendirmesi gerekir diye düşünüyorum. Dedikoduyu bırakıp dürüstçe fikrini muhatabına söyleyen kişi, kendini karanlığın esaretinden çıkarır. Hem kendine hem de çevresine değer katmaya başlar.
Buradan hareketle, değer yaratmanın ancak özgür zihinlerle sağlanabileceğini anlayabiliriz. Başkasının zihnine hükmetmeye çalışan kişi, esasında kendi zihnini esaret altına almıştır. Mustafa Kemal Atatürk hiç bir zaman bunu istememiştir.
Mütevelli heyetimiz, akademik ve idari personelimiz ile beraber belirlenecek hedefler doğrultusunda özgürce çalışan, bilim ve sanat icra eden, öğrenen ve öğreten, değer yaratan bir Üniversite olup, bunları yaparken adaletli, vefalı ve akılcı davranırsak "biz Atatürkçüyüz" deme hakkına sahip olacağız. Bunu da unutmayalım.
Ulu önderin aramızdan ayrıldığı ama sonsuza dek yaşayıp yaşatılacağını idrak ettiğimiz 10 Kasım'da size söz veriyoruz, eleştiriyi, özgür düşünceyi, liyakatın önemini, görev bilincini, yaratıcılığı, insan kazanmayı, sevgiyi ve saygıyı taşıyabilen herkesin bu kurumda yeri olacak.
Pek yakında Mimarlık Bölümümüzün Projelendirdiği Kazlıçeşme Kampüsümüzün Nizamiyesini de bu değerler bütünüyle inşa edeceğiz. Mütevelli Heyetimizin onayıyla bitireceğimiz bu proje sayesinde, bu kapıdan girerken içerde hangi değerlerin bulunduğunu ve çıkarken hangi değerlerle çıkılacağını herkes bilecek.
Tüm bu yaptıklarımız ve yapacaklarımız aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk'e karşı verdiğimiz sözdür, bu vatana ve bu millete karşı borcumuzdur.
Bu duygu ve düşünceler ışığında, Mustafa Kemal Atatürk'ün aziz hatırası önünde saygıyla eğilirken, bize bu eğitim yuvasını kazandıran Mütevelli Heyet Başkanımız Sayın Nihat Kırmızı'ya ve Değerli Mütevelli Heyet Üyelerine, bizleri kırmayarak üniversitemizi ziyaret eden ve konuşmasıyla onurlandıracak olan TÜGİAD Başkanı Sayın Nilüfer Çevikel'e, değerli hocalarımıza ve idari kadromuza, öğrencilerimize ve tüm paydaşlarımıza teşekkür ediyor saygılarımı sunuyorum.